Kadının Değeri

 

18 Şubat 2018 09:14
Kadının Değeri





  Yeryüzünde İslam’ın dışında hiçbir
sistem kadına gereken değeri ve haklarını vermedi. Eski dönemlerde kadını
aşağılık bir varlık olarak gören Batı anlayışı, son iki yüzyıldır kadının
haklarından bahsediyor. Fakat kadını küçümseyen anlayışı halen değişmiş değil.
Batı kadına bazı haklar vermişse sadece onu daha iyi sömürmek, erkeğin yükünü
de onun sırtına yüklemek ve onun tabiatını bozup erkekleştirmek için vermiştir.
Bugün Batının gözünde kadın sadece ticari bir araçtır, daha fazla para
kazanabilmek için cinselliği kullanılan bir metadır. Pis nefislerin ayakları
altında ezilmeye müstahak bir modern köledir. 

Eski Yunan ve Roma medeniyetlerinde kadın aşağılık bir varlık
ve erkeklerin eğlence aletiydi. Yunan mitolojisine göre ilk kadın Pandora’dır.
O bütün kötülüklerin anası, insanoğlunun başına gelen tüm bela ve afetlerin tek
sebebidir. Pandora’dan sonra gelen tüm kadınlar da şeytandır. 

Yahudi ve Hıristiyanlığa göre ise kadın, erkeğe ilk günahı
işleten ve yeryüzünde şeytanı temsil eden bir varlıktır. Hıristiyanlık, kadını
şeytani bir varlık olarak kabul ettiği için onunla nikâhlı veya nikâhsız
birlikte olmak günah sayılmıştır. Kadınla erkek evlense dahi boşanmaları büyük
bir cürümdür. Eğer anlaşamıyorlarsa ayrı yaşamalı, fakat kilisenin kıydığı
nikâh ebediyen feshedilmemelidir. 

İngiltere, Fransa, İran, Hint medeniyetlerinde de kadın
aşağılık bir varlık sayılıyordu. Gerek sosyal alanda, gerekse aile içerisinde
hiçbir hak ve hukuku olmayan bir köleydi. Kocası tarafından istediği kişiye
satılabiliyordu. Hinduların kutsal kitabı Veda’ya göre ilim öğrenmesi haramdı.
Buda’ya göre ilim kadın için gereksizdi. Hindistan’da kadın kocasına ‘rab’ diye
hitapta bulunuyor, kocası da ona ‘köle’ diyordu. Kadın bekârken babasının,
evlenince kocasının, dul kaldığında ise çocuklarının kölesi idi. Kadının
kendisi de aşağılık bir varlık olduğunu kanıksamıştı. Artık o da insan
olmadığını, sadece erkeklerin hizmet ve onların keyiflerine kölelik yapmak için
yaratıldıklarına inanıyorlardı. Böyle onursuz bir hayatı yaşamalarını tanrılar
istiyordu(!). 

Arabistan’ın durumu da kadın konusunda diğer ülkelerden pek
farklı değildi. Kız çocuğunun dünyaya gelmesi bir baba için utanç vesilesiydi.
Baba, onun yaşamasını gereksiz gördüğünden diri diri toprağa görme hakkına
sahipti. Anne ise bu cinayete karşı gelemeyecek kadar ezik ve çaresizdi. İşte
böyle bir dönemde Resulullah (AS)’a risalet geldi. İslam, insanların kadın
hakkındaki düşünce yapısını yeniden dizayn etti. Kadının da erkek gibi haklara
sahip olduğunu açıkladı. Cahiliyeye ait tüm düşünce kalıplarını, putları
devirir gibi bir bir devirdi. Zihinlere adeta format attı. 

Kız çocuklarını kucağına alıp seven Peygamber “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.”buyurdu. “Sizin
Allah katında en hayırlınız hanımına en iyi davrananınızdır.” dedi. Artık bir
kocanın Allah’a yakınlığının ölçüsünü, karısına olan anlayışı ve merhameti
belirleyecekti.“Kim iki kız çocuğunu güzel bir şekilde yetiştirip evlendirirse,
onunla cennette (iki parmağını birleştirerek) böyle olacağız.” dedi. Bu
sözler, kadının insan olmadığını düşünen, barbar, merhameti noksan bir toplumun
düşünce kalıplarına tamamen tersti. Nasıl olurdu da kadın insan sayılırdı! Ama
iman teslimiyetti. Allah’a teslimiyetin ardından dünyaya merhamet adında bir
‘can suyu’ geldi. 

“Ben merhamet peygamberiyim.” buyurdu Resulullah. ‘Vicdanı’ besleyen insaniyet
damarları kurumaya yüz tutmuştu ki o merhamet Peygamberiyle ‘can suyu şarıl
şarıl çağlayarak vicdanlara aktı’. Suya hasret kalmış olan vicdanları suladıkça
suladı. Kadın ‘toplumun vicdanı, evinin baş tacı’ oldu. Anne olmakla cennet
ayağı altına serildi. Aile içinde konum elde etmekle birlikte sosyal haklarına
da kavuştu. Çünkü kadın şefkat kahramanıydı. Yapacağı her toplumsal vazifede
‘çiçek çiçek şefkat’ açacaktı. ‘Merhametin özü, insaniyetin kucağı’ olan kadın
yeryüzünü iman ile imar etmede en iyi mühendis olacaktı. 

İşte kadını, ayakaltında çiğnenen haklarını kurtarıp korumaya alan
İslam’ın kadına verdiği değeri şimdiye kadar hiçbir düzen verememiştir. Batı, haklar
konusunda geçmişte tefrite kaçtığı gibi Rönesans’tan sonra da ‘Kadının erkekle
eşitliği; erkekle birlikte aynı iş ortamında bulunmasıyla, onun
sorumluluklarının aynısını yüklenmesiyle sağlanır’ diyerek ifrata kaçtı. Ve
kadını kandırdı. Onu erkeğin sahasına çekip, yuvasından koparttı. Erkeğin
vazifelerini yüklendikçe erkekleşen kadını, anne ve eş olma özelliğinden
soyutlayıp; kendi çıkarlarına alet olan bir köleye çevirdi. Kadından
‘anneliğin, merhametin, kadınlığın” kökünü kazıyan Batı, o fıtri değerlerin
yerine ‘para, şöhret, şehvet hırsı’ yerleştirdi. 

Şimdi ise tabiatını bozduğu annelerin sokağa attığı çocukları
topluyor. Terk edilen çocukların sayısı gün geçtikçe artıyor. Boşanma, aile içi
şiddet ve cinayetlerin ardı arkası kesilmiyor. Eğer Batı’nın iddia ettiği gibi
kadına verdiği(!) haklar insani olsaydı, akli ve mantıki bir değeri olsaydı
kadınla alakalı bunca sorun yaşanmayacaktı. 

Bugün İslam toplumlarında Batılı anlayışa hizmet ederek
kadını yönlendiren, ona erkeğin yükünü yüklemeye çalışan zihniyetler, Müslüman
kadınları kışkırtıyor. Artık benzer sorunlar, halkı Müslüman toplumlarda da baş
gösteriyor. 

İslam, kadın ve erkeğe aynı değeri vermiş; hak ve
sorumluluklarını onların ‘fizyolojik, psikolojik ve biyolojik’ özelliklerine
göre tayin etmiştir. Aradaki fıtri farklılıkları hesaba katarak bir nizam, bir
ölçü belirlemiştir. Eşlerin birbirlerinin hukukuna riayet etmesi için belli
başlı prensipler tayin etmiştir. Böylece her iki cinsin de onurunu ve değerini
korumayı amaçlamıştır. 

Yüce Rabbimiz Zariyat Suresi 49. Ayette “Biz her şeyi çift yarattık.” buyuruyor. 

Kâinattaki işleyişin devam etmesi için tüm canlı varlıklarda
bir eşlik (karı-kocalık) sistemi vardır. Eşlik sistemi biri tesir eden diğeri
tesir altında kalan, biri fail diğeri mef’ul, biri talip diğeri matlup olan iki
unsurdan; yani bir dişi ve bir erkekten oluşur. Eşlerden birinin karakteri
baskın iken, diğerinin ki ise çekimserdir. Biri hâkimiyet odaklı iken, diğeri
hükmedilmeye müsaittir. İki cinse de farklı özelliklerin verilmesi, birbirini
tamamlayabilmeleri ve aralarında cazibenin oluşması içindir. Her ikisi de aynı
özelliklerde yaratılmış olsaydı eşlik sistemi oluşmazdı. Onun için tesir eden
erkeğin tesir altında kalandan daha güçlü ve baskın; tesir edilen dişinin de
tesir altında kalabilmesi için zayıf, yumuşak ve latif olması gereklidir. 

Aynı zamanda yeryüzünün en şerefli varlığı olan insanın
dişisinin; yabancı tesirler altında kalmaması için çekimser, yani hayâlı olması
gereklidir. Onun için kadına yoğun bir hayâ verilmiştir. Fıtratı bozulmamış her
kadın, yabancı erkeklere karşı çekimserdir. 

Tıpkı eşlik sistemi gibi herhangi bir fiilin gerçekleşmesinde
de iki elemanın bulunması ve birinin diğerine tesir etmesi, diğerinin de tesir
altında kalması gereklidir. Örneğin toprağın ekilmesi için çapalanması şarttır.
Çapa sert, tesir eden; toprak ise yumuşak, tesire müsaittir. Eğer toprak da
sert olsaydı bu fiili kabule uygun olmaz, çapalama ve ekim işi gerçekleşmezdi.
Demir serttir ve onda işlem yapmanın, yani tesir etmenin yolu ateş altında
yumuşatmaktan geçer. Bir makinenin parçalarından biri mutlaka tesir eden;
diğeri de etkiye müsait olandır. Eğer bu parçaların hepsi etki eden olsa, yani
aynı işi yapsa makine çalışmaz. Etki eden parça ile etki altında kalan parçanın
yerini değiştirsek makine kilitlenir. Onun içindir ki kâinattaki her parçanın
vazifesi ve özellikleri farklıdır. Faklılık üstünlüğü değil, cazibe ve uyumu doğurur. 

İşte Yüce Rabbimiz, kadın ve erkeğin hak ve hukukunu
belirlerken onların fıtri özelliklerini hesaba katmış, erkeği hâkimiyet odaklı
yaratmış ve evin otoritesini tesir eden olarak ona vermiştir. Bu otoriteyi
kötüye kullanıp zulmetmemesi için belli prensiplere bağlamıştır. Kadını ise bu
otoriteye müsait, yumuşak, latif ve şefkat odaklı yaratmıştır. Eğer kadının bu
özelliği olmasa erkekle arasında çekim ve uyum olmayacak; eşlik sistemi
çökecektir. Kocasına itaat etmeyi bir eziklik olarak görecektir. Rabbimiz, kadının kocasına olan itaatine de belli prensipler tayin
etmiş; ondan bir kölenin efendisine olan itaati gibi kayıtsız bir itaat
istememiştir. 

Fakat Batı zihniyeti, kadın hakkında yönlendirmelerde
bulunurken onun bu fıtri özelliklerini asla hesaba katmadı. Kadın meselesine
materyalist bir bakış açısıyla yaklaştı. Kadını fıtratıyla çeliştirdi, eşlik
sistemini, yani yuvaları tarumar etti. Ona kendi karakterinin zıttı olan ve
erkeğin karakterine uyan sorumluluklar yükledi. Bu bozgunculuğun adını ise
eşitlik koydu. 

Biz de Bediüzzamanın dediği gibi diyoruz ki: 

“Kahrolsun kadını ifsad eden komiteler! Kahrolsun annelik
şefkatini pis nefislerin ayakları altında zillete mahkûm edenler!”   



Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.