Çocukluğun sosyal inşası

 

19 Ocak 2018 16:20
Çocukluğun sosyal inşası




Neil Postman’ın ünlü kitabı Çocukluğun Kayboluşu’nda medyanın denetimsiz varlığının, anne baba kontrolünü aşındırdığı ve bu durumun, giderek pek çok evde merkezi bir hüviyet kazandığı dile getirilir. Modern toplumdaki değişimin sonuçlarından bir tanesi de, çocukların içinde yetiştirildiği ahlaki çatının zayıflaması. Acaba çocukluğun masumiyetine dair bir tarihsel altın çağ var mıydı gerçekten?


  Çocuklar hakkında fazlasıyla kaygılandığımız bir çağdan geçiyoruz.
Çocukların erişkin dünyasına çok erken sokuldukları ve ticari çıkarlara dayalı
medya endüstrisinden çok fazla etkilendikleri dile getiriliyor.  Çocuğu
asli fıtratını, yetişkinlerde olduğu gibi bir tüketici kimliğine indirgeyen bu
değişimin, çocuklukta yoğun bir kriz duygusuna yol açtığı ve bu krizin bir
değişimden çok bir çözünme veya yok olmayı ima ettiği dile getiriliyor. Günümüz
‘paranoyak anne babalığının’  şikayet kültürü üzerine temellenen söz
dinlemez ve tehlikeli çocuk imgesi, çocukların yaşadığı yapısal ve maddi
gerçekleri gizleyen, çocukları talihsizlikleri yüzünden suçlayan bir işlev
görüyor. Çocuklukla ilgili korkular çoğaldıkça bu bir “ahlaki panik” halini
alıyor. Çocuklarımıza modern bazı gelişmeler sonucunda (uygun olmayan medya
içeriğine ulaşım) nasıl zarar verdiğimize dair şeamet tellallığı giderek
çoğalıyor.

 

Yetişkinler ve çocuklar
arasındaki sınırların silindiği, ergenliğin kaybedildiği, erişkinler ve
çocuklar arasındaki güç dengesinin ikincisi lehine bozulduğu, çocuklar için
ayrı mekân ve yaşantıların kaybolduğu yönünde eleştiriler ifade ediliyor.
Çocukların yetişkinliğe giderek artan hızlarda sokulmasından medya sorumlu
tutuluyor. Sözgelimi,  Neil Postman’ın ünlü kitabı Çocukluğun Kayboluşu’nda
medyanın denetimsiz varlığının, anne baba kontrolünü aşındırdığı ve  bu
durumun, giderek pek çok evde merkezi bir hüviyet kazandığı dile getirilir.
Modern toplumdaki değişimin sonuçlarından bir tanesi de, çocukların içinde
yetiştirildiği ahlaki çatının zayıflaması. Acaba çocukluğun masumiyetine dair
bir tarihsel altın çağ var mıydı gerçekten?

 

Çocuk hakları hareketinin
çocukları ayrı bir sosyal grup olarak tanımlaması ve bireysel haklarının
sağlanmasının, onları erişkinlerle eşdeğer ve onlardan bağımsız bir statüye
çıkardığı da düşünülemez mi?  Ayın öteki yüzüne baktığımızda, eğitim
standartlarının  yükselmesiyle çocukların daha yeterli ve özerk bir
hüviyete kavuştukları ve kendilerini ilgilendiren konularda düşüncelerini
dillendirebilir hale geldikleri de söylenebilir.

 

Çocukluğun tarihine bakmak,
Philippe Aries’in Çocukluğun
Asırları adlı ayrıntılı  çalışmasına göz gezdirmeden
mümkün değil. Aries’in  tezinin kalbinde çocukluğun Ortaçağda keşfedildiği
düşüncesi yatar. Yazar, görsel sanatlarda Ortaçağdan önce çocuk imgesinin yer
almamasını, çocukların özgül niteliklerine karşı belirgin bir kayıtsızlık
olarak görmektedir. Aries aynı zamanda, çocuklar ve erişkinler arasında
katıldıkları eğlenceler arasında pek de bir fark olmadığını ifade eder, zira o
çağlarda modern toplumlarda başat olan iş ahlakı cari değildi. Ortaçağda
 iş ve eğlence arasında keskin ayrımlar yoktu, oyun ve eğlenceler hayatın
bütününe yayılabiliyordu. Bütün bu gözlemler yazarı Ortaçağ toplumunda çocukluk
fikrine pek yer olmadığı düşüncesine götürür.  Tabii bütün bunlar
çocukların hor görüldüğü, terk yahut ihmal edildiği anlamına gelmez. Aries’e
göre toplum bir bütün olarak çocuksu mahiyettedir ve yaşam kesitleri arasında
keskin geçişler yoktur. ‘Çocukluğun onu yetişkinlerden, hatta gençlerden ayıran
özgün doğasının hiç bilinmediğini’ iddia eden yazar, yedi yaşından itibaren
çocukların oyunlarda ve eğlencelerde yetişkinlere katıldığını, mesleğin içinde
yoğrularak, iş erbabı ile yaşayarak, çalışarak bir iş sahibi olduklarını
söyler. Yani Ortaçağ toplumlarında bebeklik ile yetişkinlik arasında bir geçiş
dönemi yoktur.

 

Çocuk ve erişkin arasındaki
sosyal kategorilerin bu silikleşmesi, Ortaçağ’dan sonra gelişim safhalarının
koyu çizgilerle belirlenmesiyle son bulur. Ortaçağ sanatında çocuklara mahsus
bir odak görülmemiş olmasını, Aries, çocukların ebeveynleri için duygusal
açıdan önemli kabul edilmemesine bağlar.  Çocuk ölüm hızının yüksek olması
nedeniyle ebeveynler, uzun dönem hayatta kalma şanslarını bilemedikleri
çocuklarına yakın bağlanmalar geliştirememekte, muhtemel bir kayıp olarak
aldıkları çocuğa bağlanmaktan kendilerini alıkoymaktadır. Aries bu durumu 17.yy
dan sonra çocuğa gösterilen yoğun duygusal bağlanma ile karşılaştırır. Çocuklar
daha fazla değer gördükçe aileler küçük üyelerini şımartmaya başlamıştır. Yine
bu dönemden başlayarak çocuğun zayıflığı ve bilgisizliği, bununla birlikte onun
masumiyeti de vurgulanmaya başlanmıştır. Ailenin dışında da çocuk, mutlaka
terbiye ve kılavuzluk edilmesi gereken, Tanrının kırılgan mahluku olarak
görülmeye başlanmıştır.

 

Çocukluğun sosyal hayatın ayrı
bir safhası olarak tanınması, çocukların ihtimam ve korunmaya ihtiyaç
duydukları düşüncesini de beraberinde getirmiş, farkı aynı zamanda onları
yetersiz ve eksik vatandaşlar olarak tanımlamıştır. Aries çalışmasında, Batı
toplumlarında 17.yüzyılı çocukluğun keşfedildiği bir dönem olarak tanımlar.
Aynı zamanda erkek çocukların çocukluğunun kız çocukların çocukluğundan daha
erken fark edildiğini ve zengin sınıflarda bu farkın daha da belirginleşerek
çocuk kıyafetlerin ayrışmaya başladığını yazar.

 

Yazarın andığımız çalışması pek
çok itiraz ve eleştiriyi de beraberinde getirmiştir. Bu eleştirilerin önde
gelenlerinden bir tanesi, yazarın tarihi aşırı bir biçimde bugün merkezli
okuduğu yönündedir. Başka bir deyişle, geçmiş olayları ve sosyal süreçleri bütünüyle
Batılı bir perspektiften yorumlamakta ve yargılamaktadır. Çocukluğun ve
çocuklara nasıl davranıldığının, bugünün ideal standartlarından yola çıkarak
yorumlanması eleştiri konusu yapılmıştır.

 

Öyle ya, neden geçmiş toplumlar
çocuklarını Batı toplumları gibi görmek zorunda olsun  ki? Üstelik
çocuklar geçmişte farklı olarak algılanıyorduysa bu onların çocuk olarak
algılanmadıkları anlamına gelmez. Görsel sanatlarda çocukluk imgelerini
araştırmanın, çocukluğun on yedinci yüzyıldan önce önemsenmediği gibi büyük
yargılara kapı aralayamayacağı dile getirilir.  Yedi yaş üstü çocukların
yetişkinler gibi giydirilmeleri, onların çocuk olarak algılanmadığını
kanıtlamaz. Batı toplumunun geçmiş çağlarından başka kaynakları (günlükler, öz
yaşam öyküleri, gazete kaynakları) dikkate alarak yapılan çalışmalar, farklı
sonuçlar da verebilmiştir. Pollock’a göre anne babanın sevgisi, bebek ölüm
hızının yüksek olmasından dolayı azalmamakta, fakat kendisini, çocuklarının en
zor şartlarda dahi hayatta kalması için gösterilen çabada cisimleştirmektedir.
Küçük çocukların ölmesi için her ihtimalin ortada olduğu kültürlerde yaşayan
anne babalar, çocuklarını ihmal etmez fakat onların hayatta kalma şanslarını en
üst düzeye çıkaracak bir gayretin içinde olurlar. Yani sevgiyi göstermenin
biçimi farklıdır sadece. Bu nedenle, Aries’in eldeki kanıtlardan çok hızlı ve
kuvvetli tahminlere sıçradığı dile getirilmiştir. Üstelik, Ortaçağda çocuklara
zalimce davranıldığına dair herhangi bir emare veya kayıt yoktur.

 

Haddizatında yakın tarihli bazı
çalışmalar Batı toplumlarında Ortaçağda da çocukların yetişkinlerden farklı
görüldüğünü göstermektedir.  Çocuklar ayrı ihtiyaç ve gelişimsel safhaları
olan, farklı bir grup olarak davranılmayı hak eden, oyuna teşvik edilen,
ihtimam ve koruma gerektiren varlıklar olarak resmedilmektedir. Bu konuda
ayrıntılı bir çalışma, Colin Heywood’un dilimize de çevrilen Batı’da Çocukluğun Tarihi adlı
kitabıdır.

 

Bütün bu eleştirilere rağmen,
Aries’in çalışması bize şunu söyler:  Çocukların hayatları ve onlara nasıl
davranıldığı zaman içinde değişim gösterir. Çocukluğun sosyal açıdan inşa
edildiği düşüncesini bize anlatır. Çocukluk zamansal ve sosyal bağlama göre
sürekli yeniden tanımlanmaktadır. Çocukluğun algılanma biçimleri kimi yazarlara
göre ani değişim ve kopuşlarla gitmekte,  kimi başka yazarlara göre ise
değişen şeyler olmakla birlikte değişmeyen bir öz daima kalmaktadır. İkinci
grup yazarlar, anne babanın çocuğu yetiştirmekteki heves ve gayretinin
değişmediğini söyler. Ayrıca çocuğun oyunla ve  oyuna duyduğu ihtiyaçla
tanımlanması da  değişmeden kalan özü oluşturan unsurlardan birisidir.

 

Çocukluk üzerine yakın zamanlarda
büyük kehanetlerde bulunan yazarlardan biri de yazının başında sözünü ettiğim
Neil Postman. Ona göre günümüzün giderek artan hızda ve yoğun dinamiklerinin
etkisi ve aile yaşamın modernleşmesi ile birlikte çocukluk kaybolmaktadır. Onun
analizine göre, kitle iletişimindeki biçim ve öz değişimi,  çocukluğun
farklı bir biçimde tanımlanmasına yol açar. Matbaanın icadı, zamanında sosyal hayata
çok derin ve dramatik bir biçim kazandırmıştır. Bir erişkinin yeterli
görülebilmesi için okur yazarlık zorunlu addedilmiş, bu da formel eğitim
sisteminin kurulmasına zemin hazırlamıştır. Çocuklar böylece  minyatür
erişkinler olarak değil, bütünüyle farklı ve henüz olmamış erişkinler olarak
tanımlanmıştır.   Eğitimin amacı çocukları erişkin olmaya
hazırlamaktı. Televizyonun yaygınlaşmasıyla birlikte herkese aynı bilgi aynı
anda verilebilir hale gelmiş,  böyle bir ortamda sır tutmak imkânsızlaşmıştır.
 Postman’a göre sırlar olmaksızın çocukluk diye bir şey söz konusu
olamazdı. Bugün internet teknolojilerinin hayatın her yarığından içeri girdiği
ve bütün dünyayı birörnekleştirdiği bir zamanda yaşıyoruz. Sır tutmak bir yana
sırların ortaya dökülmesinden özel bir haz devşirildiği bir dönemeçteyiz.
Denebilir ki televizyonla ilgili kötümser kehanet, yeni medya teknolojileriyle,
zehir yüklü bir bulut halinde üzerimize en karanlık senaryoları yağdırıyor.
Yine de çocukluk orada ortada duruyor ve anne babalar, önceki nesillerden çok
daha fazla kaygılı olarak çocuklarının üzerine titriyor.

 

‘Çoğu insan artık orta sınıfın
uzun çocukluk kavramını kabul etmiştir’ diye yazar Heywood, ‘Başka bir deyişle,
biz çocukların dünyasının yetişkinlerin dünyasından farklı olduğunu, gençlerin
okullara, oyun bahçelerine, odalarına vb yerlere kapanıp kalmasını hiç
düşünmeden kabul ederiz.’ Bugün çocukluk döneminin psikolojik ihtiyaçları olan,
bağımlı, eğitim ve terbiye gerektiren, masum bireylere işaret ettiğine
inanıyoruz. Dolayısıyla hakşinas bir ihtimam ve terbiyenin, çocuğa doğru
rehberlik sağlayacak bir anne babalığın, çocuktaki cevheri işleyecek bir
eğitimin nasıl olması gerektiğine dair pek çok soru soruyoruz. Çocuk zihninin
boş bir levha olduğu ve onun işlenmesinin aileye, topluma ve devlete ait bir
yükümlülük olduğu düşüncesi Locke’dan bu yana modern projenin ana umdelerinden
birisi olagelmiştir. Nasyonal sosyalizmden komünizme dek totaliter ideolojiler,
çocukluğu militarize etmiş ve çocukları devletin ideolojik bekâsının taşıyıcıları
haline getirmişlerdir. Gürkan Öztan’ın Türkiye’de Çocukluğun Politik İnşası adlı
çalışması, cumhuriyetin kuruluş yıllarında çocukluğun aileden devlete uzanan
bir kutsal bağ olarak nasıl sadakat ekseninde kurgulandığını anlatır :
‘Ebeveyn, çocuğunun yalnızca kendisine ait olmadığının, onun aynı zamanda 
Türk devletine ve milletine ait olduğunu idrak ile mükelleftir. Hal böyle
olunca, çocuk terbiyesi meselesi aynı zamanda bir milli pedagoji geliştirme
gayretinin ürünü haline gelmiştir’. Sözün özü, çocukluk hem zamanın ruhuna hem
de politik ihtiyaçlara göre yeniden kurgulanmış ve inşa edilmiştir.

 

Bütün bu tartışmalarda eksik olan
bir şey varsa o da Batı dışı toplumların çocuk tasavvurlarının pek az
çalışılmış olmasıdır. Çocukluğun İslam coğrafyalarında geçirdiği dönüşümler,
içerdiği anlamlar geniş ufuklar vaat etmektedir. Avrosentrik olmayan bir
çocukluk tarihi okuması, çocukluğun sosyal inşası tartışmalarına zengin bir
boyut ekleyebilir.

   



Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.