Annenin çocuğuna ilk hediyesi ‘duygu kabı’dır!

 

14 Haziran 2020 14:37
Annenin çocuğuna ilk hediyesi ‘duygu kabı’dır!





  Psikolog Zühre Çelen Hanımefendi ile ‘Kadın Psikolojisi’
ekseninde röportaj yaptık. Çok verimli bir söyleşi oldu. Sizlerin de keyifle
okuyacağını; verimli bulacağını ve pay alacağını umuyoruz.

“DÜNYAYI ALGILAMA ŞEKLİMİZ ERKEKLERDEN FARKLI”

Hocam
öncelikle kadın psikolojisi üzerinde konuşalım istiyorum. Bu psikolojiyi nasıl
tanımlarsınız?

Kadın
psikolojisinden önce büyütme şekillerimize bakmamız; biraz o tarafı irdelememiz
gerekiyor. Çünkü bizim doğuşumuzdan itibaren dünyayı algılama şeklimiz
erkeklerden farklı.

Kur’an-ı
Kerim’de bunlar zaten o kadar net anlatılıyor ki; erkeklere verilen
sorumluluklara baktığımızda, biz sanki kadınlar eksik gibi algılasak da aslında
bu, her iki tarafın da kendi içindeki yoğunlukla alakalı. Çünkü biz kadınlar
daha “ınga” dediğimizde (henüz bebekken) beynimizin sol yarımküresini
kullanırız. Erkeklerse sağ yarımküreyi kullanıyor. Bu kadar ayrıştırmalı bir
şeyde aynı olayı, aynı şekli bambaşka görebiliyoruz.

Biz
kadınlar çok ayrıntılı gidiyoruz, erkekler tek bir işte daha başarılı
olabiliyor. Mesela biz mutfağa girdiğimizde dört-beş çeşidi bir arada
çıkartabiliyoruz. Buna karşın çok büyük aşçılar erkeklerden çıkıyor ama büyük
organizasyonlar yoksa erkekler, küçük işlerle ilgili sonuç odaklı gitmediği
hiçbir şeyde mantık oluşturamıyorlar. Ta en başında kadınların algılaması,
hayata bakış açısı, estetik yapısı, duygusal yapısı incelendiğinde bambaşka bir
altyapı çıkmış oluyor.

Daha
çocuk yaştayken eşitlik algısı ya da farklı şeyler, çok yoğun verildiğinde ya
da “Aman çocuğum! Sen okuyorsun, şunu şöyle yapma!” denildiğinde, fıtrata
aykırı yetiştirildiğinde; kadınımsı ama kadınımsı özelliklerini yitirmiş
kadınlarla doluyor ortalık.

Feministlik
denince, ta insanın ilk yaratılışında “LİLİTH” denilen bir faktör var ve bu,
feminizmin de temelini oluşturur. Buna göre; Allah Hz. Adem’i yaratır sonra
kalan çamurla da Lilith’i yaratır ve ikisini de cennete koyar. Ama Lilith der
ki: “Hop ben de topraktan yaratıldım, biz seninle eşitiz.” Sonra çok sıkılır;
cennetten ve Hz. Adem’den şeytana kaçar ve şeytanın çocuklarını doğurur.
Feminizm temelinde bu eşitlik algısı vardır. Yani birisi ‘feministim’ diyorsa
ve eğer bu algıları kabullenmemişse zaten feminizmin altyapısını oluşturamıyor.

Biz
inanıyoruz ki; Hz. Havva kaburga kemiğinden yaratıldı. Hem en yumuşak, hem
bütün organlar için çok hayati bir noktada. Ve ben, genlerimle alakalı bu
yumuşaklıkta büyüdüğümü farz ederek kadınlığımı çok seviyorum. Çünkü bizim
dünyaya gelme amacımız “üremek”; birinci amacımız bu! Biz kadı olmak için ya da
doktor olmak için dünyaya gelmedik. Zaten kadınlara özel meslekler değil bunlar
ve ne yazık ki; bazı şeyleri eğer farkındalıkla oluşturamazsak, otomatikman bu
meslekler bizim üzerimizde/kemiklerimizde deformasyon oluşturuyor. Erkeğimsi
kadınlar çıkartıyor; çok güçlü karakterler… Erkekler de burada hormonal olarak
kadınsı davranışlarla eşlerine destek gibi görünen altyapılarda çıkıyor ortaya.
Bunlar de ne yazık ki evliliğin dengesine ve kadın psikolojisine ters.“KADIN GÜÇLÜ OLMALI AMA ALANLARINI İYİ BELİRLEMELİ”

Kadın
güçlü olmasın mı yani?

Kadınlar
tabi ki güçlü olmalı ama alanlarını iyi belirlemeli diye düşünüyorum. Osmanlı,
sağlık ve eğitimi kadına verdiği için yükselme dönemini dorukta yaşamış. Çünkü
eğitim, sağlık ve vakıflar kadınların elindeymiş. Sadaka verecek insan kalmamış
çünkü bu alanda kadınlar çok iyi. Kadınlar çok iyi gözlemler ki; beyninin sol
tarafını kullanmak burada işe yarıyor. Erkeklere de savaşmak ve toprakları
genişletmek kalıyor. İyi bir iş bölümü… Bu hususlara dikkat edilirse kadın
psikolojisinden önce yetiştirme alt yapısında kesinlikle ayrıştırmacı değil
bütünleyici bir yol elzem görünüyor. Erkeğin görevleri, kadının görevleri…
Tabii ki eşit yapabileceği görevler, siyah beyaz gibi ayrıştırılmadan bu denge
içerisinde, pazılın birbirine girebilecek altyapısında verilirse; güzel
sonuçları hep birlikte göreceğiz inşallah.

“HIRSLA, ÖFKEYLE BÜYÜYEN ÇOCUKLAR YETİŞTİRİYORUZ”

Yani
tıpkı pazıl parçaları gibi ki; ikisi birbirinden tamamen farklı ama bir araya
geldiğinde birbirini tamamlıyor.

Şimdi
biz kadınımsı erkeğe, erkeğin rollerini; erkeğimsi kadına da kadının rollerini
yükleme çabasındayız. Bir kadın birçok şeyi, en kötü anında yapabilir ama savaş
anındaymış gibi bu dengesizliği sürekli yaşadığımızda; ortaya savaş içinde
büyümüş ve ne yazık ki mağdur olmuş çocuklar çıkıyor. Öyle ki; hırsla, öfkeyle
büyüyen çocuklar yetiştiriyoruz. Tabii ki ideallerimiz olacak ama önce
kadınlığımız, anneliğimiz, evlatlığımız, kadın naifliğimiz geliyor/gelmeli.
Evet, biz çok güçlüyüz. Ama o gücümüzü de doğru alanda doğru yerde, sadece
egosal savaşlarda değil de merhamet noktasında farklı boyutlarda da
geliştirmeliyiz. Otomatikman farkındalıklarla herkes yerini bilmiş olacak.
İçişleri bakanı da ödevini bilecek; çok önemli bir bakanlık o. Dış işleri
bakanı da o boyutuyla görevini bilmiş olacak. Denge galiba böyle kurulacak.

“ANNE OLMANIN OKULU OLMALI”

Şimdi
sizin sözünü ettiğiniz bu dengenin, büyük oranda olmadığını görüyoruz maalesef.
Bu da birtakım psikolojik sorunlar doğuruyor. Bunların başında ne geliyor
sizce, kadın açısından baktığımızda?

Kimliksizlik
geliyor. Biz sadece şartlı sevgiyle çocuklara bakıyoruz. Kız ya da erkek olarak
bakmıyoruz; ayrıştırılmış özelliklerini geliştirmeden, seçici algılamasını
vermeden…

Toplumun
kabullendiği şu aşamada; ders başarısı olabilir, konuşma yeteneği olabilir,
birazcık amiyane olabilir ama fazla savunmacı bir kimlik, edepsiz bir kimlik
(kim güçlüyse o alır gibi) bıraktığımız bir altyapı, özellikle kardeşler arası
hiyerarşide ne yazık ki çok oturmuyor evde. Çünkü herkes öne çıkmış, sivrilmiş
bir altyapı oluşturuyor.

Ben
hep şunu söylüyorum: kadınlar hamile kaldıklarında -genel anlamda demeyeyim de-
hastalıklı bir bakış açısı geliştiriyorlar. Kendilerini Hz. Meryem gibi
hissediyorlar; karnında bir canlı büyüyor ve doğan çocuk Hz. İsa oluyor. Şimdi
bu dengeyi kuramayınca bu çocuğa yüklenmenin ne anlamı var? Annenin geçmişte
alamadığı, yaşayamadığı, yapamadığı bütün her şeyi, 0-3 yaş çocuğun eleştirme
yeteneğinin %50’sinin oturduğu bir dönemde anne akıtıyor. Annenin bu konudaki
yapamadıkları, başarısızlıkları, -kız ya da erkek çok fark etmiyor aslında-
kendi yaşayamadıklarını çocuğunun yaşamasını istediği bir altyapıyı
oluşturuyor. Ve çocuk bu duygularla, kendi isteklerini eşleştiremediği zaman,
ortaya kırılmış bir kimlik çıkıyor.

Güzel
bir söz var; yarım doktor candan yarım imam imandan alır, diye. Birçok şeyi
yarım bırakıp çocuğun kendi ‘mitokondrisini’/geçmişini oluşturmasına izin
vermeden, bizim doğrumuzla ya da bizim egomuzla ya da bizim isteklerimizle
şekil alan bir kimlik, ‘kendi’ olmaktan çok uzaktır. Zaten 0-3 yaşta bir
çocuğun, akıl hastası olup olmadığı belli oluyor. Psikoz yaşayanlar, 0-3
yaştaki o yanlış kodlamalardan dolayı yaşıyor. O yüzden bizde çok esprilidir:
“Hadi çocukluğuna bir geri dönelim.” 0-3 yaş; hiçbir eleştirme yeteneği yok ve
hatırlayabildiği bir dönem değil. Ancak o dönemde ne akıtılırsa iz kalıyor.
Eğer çok öfkeye, kötü muamelelere, tacizlere ya da farklı şeylere maruz
kaldıysa; hatırlamadığı bu dönemde (bir nevi) bir kitap var ve kitap onu
yazıyor zaten. Ve o yazdığı kitap bile ne yazık ki bunları hatırlamıyor.
Hatırlamadığı şeyler davranışlarına çok ciddi bir şekilde yansıyor. Ve o
yansımalarda kendi olmayan karakterleri yansıtıyor.

Anne
olmanın okulu olmalı bence. Kesinlikle. İçimizde bir psikoloji kitabı var ama
bazen bu kitabı okumadan hazırlıksız yakalanabiliyoruz. Ya da o anda ‘çocuk
anlamaz’ deyip kendi egolarımızı öne çıkartabiliyoruz. Doğduğundan itibaren…
Bak çok ilginç bir şey anlatayım Elif Hanımcığım:

Şimdi
çocuğa bebekken takılan altınlar var ya; sen nasıl benim çantamdan altınları
alamazsan o çocuğun altınlarına da dokunamazsın. Çok ilginç bir şekilde dinen
bu böyle… Ancak burada bile saygı yok. Anne diyor ki: “Bunlar benim
altınlarım!” Hayır efendim, onlar senin altınların değil! Buradan başlayan bir
ego var. Sonra o çocuk ne kadar başarılı olursa ve bir yerlere gelse; anne
diyor: “Ben senin annenim. Sayemde buralara geldin. Şunu yapmazsan sütümü helal
etmem.” Vs. Ya da başka bir şeyle sürekli kendine bir kimlik bulmaya çalışıyor.

Şimdi
biz kimliklere eğer bu kadar müdahale ediyorsak; “Benim yaşayamadığımı sen
yaşayacaksın” diye içini kakıtıyorsak o yarım kadın oluyor, kadınlığını da
inkâr ediyor. Kadınlığı reddedince diplomasıyla yaptığı şeyle kendince bir
kimlik oluşturmaya çalışıyor. Sonra anne olunca üzülüyor, korkuyor, annesine
tekrar yapışıyor. Ve o annenin tekrar eli uzuyor; kırık eli… Onu aşağılıyor.
Ona ‘ablamsı anne’ rol ve modelini verip çocuğuyla ömür boyu bağlarını
kopartıyor ve yahut da çok iyilik yapıyor. Onun çocuğuna bakıyor; “Kızım
çalışsın, doktor olsun, öğretmen olsun” diyor. Oysa bu dünyaya gelme sebebimiz
anne-baba olmak; üremek. Birinci amaç bu… Şimdi bu birinci amacın etrafında
diğer amaçları; büyük taşı yerleştirip de küçük taşları da ona göre yerleştirip
aile hayatını çok iyi oluşturabilirsek, zaten otomatikman bu sorunların
hiçbirini yaşamamış olacağız. Ben annemin kimliğini yaşıyorum, annem de
annesinin kimliğini yaşıyor. Gerçek zamanlama ve oranlamayı hiçbir zaman
yakalayamıyoruz. Aklımız başımıza geldiğinde de bunları düşünmekten Alzheimer
oluyoruz. Türkiye’de (istatistiklere göre) ne yazık ki; her iki kişiden birisi
Alzheimer ya da Parkinson yaşıyor.

Bunun
sebebi; yaşayamadığımız kimliklerimizi, yaşlılıkta tamamen yok etmeyi
hedeflemek. Aslında Avrupa’da ya da başka yerlerde bu kadar yoğun değil. Çünkü
kendi sınır ve yaşanmışlıkları var. Düşünün ki: kadın, çocukken evin küçük
kızı; abisine veya babasına hizmet eden kız. Büyüyor ve evleniyor; kayınvalidesine,
kocasına hizmet eden, çocuklarına hizmet eden kız. Yani hiçbir zaman kendi
olamıyor. Kendi talepleriyle değil. Hep birisinin yönetmesiyle… Biz ‘eksik
etek’ değiliz bu noktada. Bizim sınırlarımızı öncelikle anneler düzeyleyecek.
Çocuklarını, evvela o birey olarak kabul edecek. Az önce anlattığımız altın
hikâyesi gibi “Nasıl yani, o benim altınım. Ona verilmez ki!” Çok duydum bu
cümleyi. Allah katında benden bir borç aldığınızda ödemeye nasıl çaba sarf
ediyorsanız; aynen bunda da aynı borçtasınız ve bunların da yazılması
gerekiyor. Ama biz bunlara ne yazık ki hiçbir zaman dikkat etmiyoruz.

“ANNELİK/BABALIK BU DÜNYANIN İMTİHANI”

Bu,
aynı zamanda bir kimlik ve aidiyetinin göstergesi değil mi? Daha doğar doğmaz
Allah-u Teâlâ o çocuğa bir kimlik veriyor. Saygı, şahsiyet noktasında direkt
mesajı veriyor anne-babasına ve çevresindekilere. Benim yarattığım
kulum/halifem, vurgusuyla…

Çok
ilginçtir: annelik veya babalık bu dünyanın imtihanı! Ahrette, inançlarımıza
göre böyle bir şey olmayacak. Ama ailedeki bu imtihanın bedelini, olumlu ya da
olumsuz ödeyeceğiz. Biraz farkındalığı da anlamamız lazım. Biz direkt olarak ne
yapıyoruz? Zamanlama ve oranlamayı kaçırarak direkt ya ruhlar âlemindeki gibi
ya din kisvesini kullanıyoruz. Hani oradaki inançla yapılanlarla ya da
yargılama şekliyle şu andaki yaşadığımız hayatla alakalı aynı semptomda; aynı
bakış açısında değiliz. Çünkü burada zamanlı bir bedenimiz var ama ruhumuz, iki
yaşında da yetmiş yaşında da aynı. Bu dengeyi kuramadığımızda otomatikman
beden; bu konuda çok yaşlanarak, çok sıkıntıya girerek kendi içinde çok
şekilsiz bir hal alıyor. Yarı akıllı ya da aşağılanan bir kimlikte oluyor.
Belden aşağı konuşuluyor. Oysa ben hep şunu anlatırım: Tasavvufta namus kiminle
anlatılır? Diye. Size de sormak istiyorum. Tasavvufta namus dendiğinde kim
gelir aklınıza?

“FITRATIN BENCE KADIN VEYA ERKEK KİMLİĞİ YOK”

Namus
kavramı ve iffet denilince benim aklıma ilk Hz. Yusuf geliyor, ne hikmetse…

Neredeyse
bu sorunun cevabını ilk doğru bilen sizsiniz. Herkesin aklına kadınlar geliyor,
işte Hz. Aişe, Hz. Fatıma. Ve üzülerek söylüyorum ki; Kur’an-ı Kerim’de bahsi
edilen iffet olayının, şu anda toplumda tam tersi yapılıyor. Gömleği arkadan
yırtan bir kadın var ve sonra biz ondan ‘Züleyha annemiz’ diye bahsediyoruz.
Çok ilginç. Bu, dengeyi kuramamakla alakalı… Kur’an-ı Kerim’de şeytanın Allah-u
Teâlâ’ya sorduğu soru var ya hani: “Kur’an’ı değiştiremezsin” diyor rabbi ona,
“mealini de mi değiştiremem?” diye soruyor şeytan. “işte onu değiştirebilirsin”
diyor Allah. Geleneklerle, göreneklerle ne yazık ki din kisvesi altında
bozulmuş zihniyetleri akıtılan bir sürü farkındalıklar var. Ve çocuk büyütürken
de biz, ne yazık ki bunları ön plana koyuyoruz. Böylece kadın psikolojisi değil
de kadınımsı erkek mi, erkeğimsi kadın mı belli değil; ortaya bir yaratık
çıkıyor. Fıtratın bence kadın veya erkek kimliği yok.

“ANNENİN ÇOCUĞUNA İLK HEDİYESİ ‘DUYGU KABI’DIR!”



Peki,
insan hayatının en mühim aşaması hangisi sizce?

0-3
yaşında, benim hatırlamadığım dönemde kişiliğimin %30’unun oturduğu bir dönem
var ve o dönemde de üç tane aşama vardır hayatımla ilgili. İsterseniz önce o
aşamalara bir bakalım: 0-2 aylık bir dönem var, çocukların hayatında.
‘Lohusalık’ dediğimiz dönemde. Bu dönemde çocuğun duygu kabı oluşuyor.
Hayatımız boyunca annemizin bize hediye edebileceği en önemli şeydir: duygu
kabı.

Bütün
duyguları taşıyacak bir duygu kabı! Avucumun içi kadar da olabilir, bu oda
kadar da olabilir; demirden, çelikten, kâğıttan olabilir. Çocuk, ömür boyunca,
yaşayacağı bütün duyguları bu kap üzerinden tanıyacak. Şimdi kâğıdın içine
koyduğu duygu, çok çabuk deforme olup kaybolmaya başlayacak. Çelikten olursa;
çok sert bir çocuk olacak. Bu oda kadar olursa; çok derin bir çocuk olacak.
Küçük olursa; odun gibi bir çocuk olacak. Lohusalıkta neden bir kadını 40 gün
yatırmak gerekir? Çocuğu sevmek değil buradaki amaç. Çocukla, onun duygularını
bozmadan, ona bir kap hediye etmek. Annenin ilk hediyesidir o çocuğuna…

Öfkeli
ya da mutlu ya da kompleksli; isteyen ya da istemeyen bir anne çocuğuna
dokunuyor. Çünkü o bir beton ve ne düşerse o anda üzerinde bir iz yapacak.
Misal; çok stresli bir gebelik olmuş olabilir. Koca ile boşanma aşamaları
olabilir. Ciddi bir kayıp olabilir.  Ya da farklı başka bir şey olabilir.
Ama bu bebeğin kaderini değiştirmez. Çünkü onun annesinden alacağı bir kaba
ihtiyacı var. İşte bu aşamada anneler, çocuklarına ya nefret kusuyorlar ya da
çok sevip “sen hiçbir şey yapamazsın” diyorlar. Ve çocuk hayatı boyunca hiçbir
şey yapamıyor gerçekten. Hep annesinin korumasında falan…

“Ben
çocuğuma bilmem şu yemeği yedirdim, benim çocuğum nasıl şizofren oldu”
diyorlar. “Ama ben duygu kabında onu çok sevdim!” diyorlar.

“Kedi
gibi sevmişsin” diyorum. “Kimliksizce sevmişsin. Duygu kabını oluşturmamışsın.
‘Benim duygu kabım ikimize de yeter canım. Sen bana bak bunun dışında hiçbir
şeyin önemi yok’ demişsin.”

Biliyor
musunuz, nefis üzerine bir araştırma yaptığımda hiçbir şey bulamadım. Ne olduğu
hakkında hiçbir fikir yok. Çok ilginç. Şekil, yaratılış… Hiçbir şey yok. Sadece
aç kalınca… Pavlov’un köpekleri gibi… Bir disipline girmeden adam olacak bir
şey değil nefis. Yani sınırları çok net. O kadar net ki; o sınırları ona
oluşturmazsan aç kalırsın. Ya da hapis kalırsın. O asla ıslah olmuyor. Bu kadar
açık ve net… Şeytan onu çok güzel yola getiriyor. “Hadi gel” diyor. Ortaya yemi
atıyor. Nefis de bunu alıyor. Şimdi beden ve ruh bununla uğraşsın dursun. Hele
bir de ‘duygu kabın’ küçükse; hadi geçmiş olsun! Bizim duygularımızı ruhumuz
yönetir. Kap yok duygu da yok. Hani bazen bakarız birine: “ne ruhsuz” deriz.
Ruhsuz değil; o aslında duygu kabı olmayan insan.

0-1
yaş, bizim ‘oral dönem’ dediğimiz emme dönemi…

Hemen
sonrasında 2-2,5 yaşlarında tuvalet dönemi. O dönemde çocuğun Allah inancı oturuyor.
Allah inancı otururken de ilk tanrı kim çocuğun hayatında? Baba! Kayıt sistemi
oluşmayınca baba, her kapıdan çıktığında ölüyor. O yüzden ağlıyorlar babanın
peşinden. Beş karış boyuyla görsellikte gördüğü en büyük şey: Baba! Eğer o
baba, eli-kolu dolu iyi bir tanrı olarak geliyorsa; çocuk Allah’a inancını
güvenle oturtuyor. Ama baba eziyet eden bir babaysa… Ateizm psikolojisinin odak
noktasında işte bu vardır.

Diyorlar
ki: “Biz çok dindarız, çocuk hep namaz gördü, abdest gördü, şunu gördü. Niye
Allah’a inanmıyor benim çocuğum?” İrdeliyoruz: “Evet” diyor “Baba o dönem
sapıtmıştı; eve gelmiyordu, bizi dövüyordu.” O canavar baba ve anneyi
çıkartmadan psikoz vakaları da çok kolay olmuyor tabi. Biraz zorlanıyoruz. Ve
tabi uzun soluklu çalışmak gerekiyor.

0-3
yaş bitti. Babayı artık baba olarak dünyaya alabiliriz. Artık sosyalleşme
dönemi geldi. Anne-baba, kardeşler, komşu, anaokulu, kreş gibi farklı şeylere
hazır hale geldi. Burada da kitabın %40’ı yazılıyor. Yine çocuk; eleştiri
yeteneği yok.

Bir
gün bir anaokulunda bir çalışma yapıyordum; çocuk yeni geldiği için çok fazla
tutmak istemedim. Aşağıda yemekhanede benimle oturuyor. Çocuğu oturttum. Bana
dedi ki: “Öğretmenim ben acıktım mı?” Annesini çağırdım. “Aman hocam” dedi,
“Tabi ki saat bekliyorum.” Muz saati, şu bu saati… İrdeliyorum: Çok açlık
çekmişler çocukken, fakir bir ailenin kızıymış…

Şimdi
fallik dönemde çocuk sosyalleşmeye başladı. Anneye diyor ki: “Ben senden birkaç
saat ayrı kalabilirim. Artık yemeğimi de yiyebiliyorum, tuvalete de
gidebiliyorum. Senden ayrı kalabilirim.” Ama anneler, bu dönemde çocuklarını
çok fazla incitebiliyorlar. Özellikle anaokulunda biz bunu çok fazla yaşıyoruz.
Kadın diyor ki: “Bensiz durmaz.” Ben de diyorum ki: “Sizsiz durur. Siz buraya
güvenecek misiniz? Siz buraya güvenmediğiniz için durmaz. Çünkü ‘annem buraya
güvenmediyse burası güvenilir değil’ algısı oluşuyor. Kadın bu tavrıyla adeta
şunu söylüyor: “Ben kesinlikle bensiz durmanı istemiyorum. Bana bağımlı olmanı
istiyorum.”

Bu
aşamada (0-6 yaş) kişilik %90 oluştuğundan, çok ehemmiyet gerektiren bir
dönemdir…

   



Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.