Konuşurken şartları, zamanı, mekânı doğru değerlendirmek; orada bulunan kişinin ya da kişilerin aklına ve anlayışına göre söz söylemek, hikmetli konuşmaktır. Hikmetli konuşabilmek için iyi bir dinleyici olmak şarttır. Çünkü dinleyemeyen anlayamaz, anlayamayan ise nabza göre şerbet veremez.

Dinlemek, sadece söylenenleri dinlemek değil; aynı zamanda karşıdakinin söylemleri ve davranışları üzerinden duygularını okumak, davranışlarının altında yatan sebepleri tanımaya çalışmaktır. Ancak bu şekilde karşıdakinin duygularıyla temasa geçebilir. İyi bir hatip olan Allah Resulü (ﷺ), kişiyle muhatap olurken önce nereli olduğunu, yetiştiği aile ortamını ve hayat şartlarını anlamaya çalışıyor, buna yönelik sorular soruyordu.

O (ﷺ), her sene hac zamanı panayırlar kurulduğunda tek tek çadırları gezip gelenlere önce nereli olduklarını soruyor, mizaçlarını anlamaya çalışıyordu. Her yöre insanının kendine has bir mizacı vardır. Allah Resulü (ﷺ) çadırları gezerken İranlıların çadırına giriyor. Nereli olduklarını sorduktan sonra “Sizin şu falancalarla aranızda husumet var değil mi?” diyor. Onlar da güçlü ordularıyla sürekli kendilerine baskın düzenleyen, mallarını yağmalayan düşmanlarından yakınıyor, dertlerini anlatmaya başlıyorlar. Allah Resulü onlara; “Sizin düşmanlarınıza yenilmenizin en büyük nedeni dağınıklığınızdır.” buyuruyor. Onlarla sıcak bir temas kurduktan sonra davasını anlatmaya kapı aralamış oluyor. Onlara çeşitli çözümler sunmaya başlıyor. Tabi İranlılar o dönem iman etmiyorlar, fakat Allah’ın Resulü, hikmetli sözleriyle onlar üzerinde derin bir iz bırakıyor.

Zamanın birinde padişahlardan birisi, rüyasında en yakınlarının tek tek suda boğulduğunu görüyor ve bir tabirci çağırtıyor. Rüya tabircisi, Padişaha en yakınlarının bir bir gözlerinin önünde öleceğini söylüyor. Padişah çok korkuyor ve tabirciyi cezalandırıyor. Tabi yapılan yorum üzerine uykuları kaçıyor. Başka bir tabirci çağırtıyor. O da “Ey Padişahım müjde size, yakınlarınız arasında en uzun ömürlü kişi siz olacaksınız.” diyor. Bu söz padişahı sevindiriyor. Aslında iki yorum da aynı kapıya çıkıyor, fakat ikisinin de insan üzerinde bıraktığı etki çok farklıdır.

İçinde bulunduğumuz çağda, bunca haram ve ahlaksızlık etrafımızı kuşatmışken kendi aile efradımıza karşı daha dikkatli olmamız; kendimizi ve ailemizi iyi muhafaza etmemiz gerekiyor. Annelik, bir insan yetiştirme sanatıdır. Çocuğunu hayata hazırlamaktır. En önemlisi de çocuklarda Müslümanca bir ‘dünya görüşü ve idealler’ oluşturmaktır. Nerden geldik, nereye gidiyoruz, bu hayata neden gönderildik? Geçici dünya hayatındaki sorumluluklarımız nelerdir? Bu soruların cevapları üzerinden aşama aşama çocuğu hayata hazırlamanın adı; anneliktir.

Müslüman bir annenin sorumluluğu, çocuklarına dünyaya, olaylara, hayata ve ölüme nasıl bakacağını öğretmektir. Çocuk eğer bunları anneden almaz ise onun ‘dünya görüşünü ve ideallerini’ okulda aldığı seküler eğitim, öğretmenler ve medya şekillendirecektir. Çocuklarında ahiret odaklı; bir gün Allah’a dönme gerçeği üzerinden şekillenen idealler geliştirmek, her Müslüman anne-babanın vazifesidir. Özellikle onu hem bedeninde, hem kucağında büyüten ve şefkati sebebi ile babadan çok daha fazla etki sahibi olan annenin vazifesidir. Baba ise gidişatı sürekli kontrol altında tutmakla ve annenin eksiklerini tamamlamakla sorumludur.

Eğitimde babanın etkisi ile annenin etkisi ayrı ayrıdır. Çocuğun ikisi tarafından da yönlendirilmeye ihtiyacı vardır. Çocuklarını doğruya yönlendirmek ve eğitebilmek için eşler, gerek birbirleriyle, gerekse de evlatlarıyla olan diyaloglarını çok sağlıklı bir şekilde yürütmelidirler. Yapılan hatalara karşı ani öfkeyle hareket edilmemeli, söylemlere çok dikkat edilmelidir. Mühim olan; aksilikler, hatalar karşısındaki söylemlerimizdir.

Bugün insanların sözleriyle en fazla yakıp yıktığı kalpler, ne yazık ki; en yakınlarının kalpleridir. Belki dışarıda sözü geçen, insanlar üzerinde etki bırakan, onlara karşı çok iyi bir davetçi olan anne-babalar, birbirlerini anlayamayabiliyor, evlatlarıyla çatışma yaşayabiliyor. Onları kendi idealleri ve dünya görüşleri doğrultusunda yetiştiremeyebiliyorlar. Bunun en büyük nedeni, anne-babanın doğruyu, güzeli, hakkı uygun bir üslupla izah etmeyişleridir.

Bazı anne-babaların yaptığı en büyük hata; yıllarca çocuğa bir şey vermiyor, onu TV önünde, internet ortamında serbest bırakıyor ve o tertemiz tabiatı haşereler istila ediyor. Bu kez ergenliğe girerken devreye girmeye çalışıyor. Çocuk bu müdahalelerden sıkılıyor, isyan ediyor. Bazı aileler gerekeni vermeden büyük beklentilerde bulunuyor. İçini doldurmadan amel bekliyor, sevdirmeden kulluk istiyor, hayâ duygularını korumadan örtünmesini bekliyor, adabı öğretmeden erkeklerin yanında, büyüklerin yanında hal ve tavırlarında edep bekliyor. Gerekenleri gereken yaşta, hatta en uygun zamanda söylemediği için geç kalınmış olunuyor. Çocuğun dünya görüşü ve idealleri, mevcut bozuk düzen tarafından şekillenmiş oluyor. İslami kimlik gelişmiyor.

Zaman çok değişti. Kendi ailemiz, özellikle çocuklarımız ihmale gelmez. Eskiden insanları harama çağıran unsurlar bu kadar çok değildi. Çocuk, anne-babasını taklit ederek, birkaç nasihatiyle yetinebiliyordu. Şuan ise ateş çemberi her bir tarafı sarmış. Eğitim kurumları, ahlaksızlığın öğrenildiği, pratiğe geçtiği yerler haline gelmiş. Eğitim için yolladığımız çocuklar, şayet üzerinde durmasak yozlaşıp geliyorlar. Onun için onları ne gevşek bırakmalı, ne de askeriye disiplini gibi bir disiplin altına almalıyız. Hikmetle konuşmalı, hikmetle yönlendirmeliyiz. Sevdirmeli, nefret ettirmemeliyiz. Hakaret etmemeli, dilimizi onları rencide edecek şekilde kullanmamalıyız.

Firavun, Allah’a asi gelen bir insandı, azmıştı. Fakat yüce Allah Hz. Musa’ya, gidip ona yumuşak söz söylemesini istedi. Hz. İbrahim, Nemrud’la hikmetle konuştu, hakaret etmedi. Asr-ı Saadet dönemine baktığımızda, hiçbir sahabenin Ebu Cehil’e ve İslam düşmanlarına hakaret ettiklerini görmeyiz. Peygamberlerin zalimlere yapmadığı hakaretleri, aşağılamaları, eşler birbirlerine ve kendi çocuklarına yapamazlar. Yüce Allah, bu hakkı Peygamberlerine bile vermemiştir.

Allah Resulü (ﷺ) bir hadislerinde “Bir Müslüman’a şer olarak, başka bir Müslüman’a hakaret etmesi yeter” (Müslim) buyuruyor. Hakaret, aşağılama, küçük düşürme, alaycı konuşma, aile bireylerinin birbirlerine olan güvenini kırar. Saygıyı ortadan kaldırır. Saygının kalktığı yerde sevgi de ölür. Çünkü saygı, sevginin koruyucusudur. Eşler birbirlerinin ve evlatlarının hak ve hukukuna dikkat etmeli, birbirlerini ikaz ederken bunu rencide ederek yapmamalıdır. En iyi ikaz, fark ettirmeden yapılandır. Allah Resulü, hiçbir zaman insanların hatalarını yüzlerine söylememiştir. Birinde bir yanlış gördüğünde “bazıları neden böyle şeyler yapıyorlar” gibi genel ifadeler kullanmıştır. Herkesin ortasında yapılan ikaz, kişiyi utandırır, rencide eder. Onun için ikaz etmenin dahi etkili olabilmesi için yeri, zamanı ve şartları vardır.

Sahabelerden Bilal-i Habeşi ve Ebu Zer arasında bir tartışma yaşanıyor. Ebu Zer, Bilal’e “Ey kara kadının oğlu” diyor. Bilal-i Habeşi, Ebu Zer’i Allah Resulüne şikâyet ediyor. Tabi Ebu Zer, yaptığına çok pişman bir şekilde Resulullah’ın yanına geliyor. Kendi nefsini kınayarak huzura varıyor. Pişmanlığını dile getiriyor. Gidip Bilal’in kapısının eşiğine başını koyuyor ve Bilal’e “Bu baş, o kara ayakların tarafından basılmadıkça yerden kalkmayacaktır” diyor. Bilal ise eğilip onun başını öpüyor. “Bu baş basılmaya değil, öpülmeye layıktır.” diyor ve onu yerden kaldırıyor.

Bu olaydan çıkaracağımız çok ders var aslında. Ama biz, üç madde halinde kısaca değinelim.

Birincisi: Ebu Zer, Bilal’e hakaret ettiğinde Bilal aynıyla veya onda bulunan bir kusurla ona karşılık vermiyor, hakaret etmiyor. Bu da tartışmanın uzamasına ve büyümesine engel oluyor. Bu olay, Allah Resulü’nün şu hadisini akla getiriyor:

“Bir kimse sana söver ve senin hakkında bildiği bir şeyle seni ayıplarsa, sen onun hakkında bildiğin çirkin şeylerle onu ayıplama. Bu işin vebali ona aittir.” (Ebu Davud)

İkincisi: Ebu Zer söylediği söz için hemen pişmanlık duyuyor. Kendisini savunma moduna geçmiyor. Bu, hata işleyen Müslümanın tutunması gereken bir tavırdır. Tevbe, pişmanlık ve af dilemek.

Üçüncüsü: Bilal kin gütmüyor, hemen affediyor. Konuyu uzatmıyor. Sonuçta Bilal’in annesi ortaya atılmıştı, küçümsenmişti. Hz. Bilal, bir zamanlar köle olarak alınıp satılan, insani haklardan yoksun bir kadının oğluydu. Bu utanç vesilesi değildi ama Ebu Zer, bunu bir utanç vesilesiymiş gibi dile getirdi. Onun ırkını küçümsedi. Onun için söylem aslında çok ağırdı. Bilal dilini tutmasaydı bu olay için belki kan bile dökülebilecek aşamaya gelinirdi. Bu durum Allah Resulü’nün şu hadisini akla getiriyor:

“Affediniz ki affolunasınız.” (Heysemi)

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.