İnsanlık Damarlarını Besleyen Kuvvet

 

25 Nisan 2018 04:10
İnsanlık Damarlarını Besleyen Kuvvet





  İnsan yavrusu diğer canlılardan daha zayıf ve aciz dünyaya gelir. Uzun bir
süre bakıma, sevgiye, ilgiye ve yönlendirilmeye ihtiyacı vardır. Yemek yeme,
ayakta durma gibi kendi ihtiyaçlarını karşılamayı hemen öğrenemez.

Bismihi Teâlâ. 

İnsan yavrusu diğer canlılardan daha zayıf ve aciz dünyaya gelir. Uzun bir süre
bakıma, sevgiye, ilgiye ve yönlendirilmeye ihtiyacı vardır. Yemek yeme, ayakta
durma gibi kendi ihtiyaçlarını karşılamayı hemen öğrenemez. İhtiyaçlarını giderebilecek
yaşa gelmesi yılları alır. Onun için bu süre zarfında kendisine sabır ve
tahammül gösterecek bir anneye ihtiyaç duyar. 

Bir anne için, yavrusunu büyütmek kendi ihtiyaçlarından ve nefsanî arzularından
fedakârlık yapmayı gerektirir... Uykusuz geceler ister. Her sıkıntısında
ağlayan yavrusunu susturmaya çalışırken; yere çarpmamak için defalarca sabır
ister. Yavrusuna yemek yedirirken, her defasında kaşığı çekip etrafa
savurmasına; devamlı etrafı kirletmesine, eline geçeni ağzına almasına,
kırmasına, yıkmasına, dökmesine karşı gerektirir… 

İşte çocuğunu büyütmede anneye lazım olan tahammül, sabır ve fedakârlık
duyguları şefkat duygusunun birer meyvesidirler. Her kadına bu duygu yoğun bir
şekilde verilmiştir ki; insanlık nesli devam etsin. Şefkat anneliktir, annelik
yapabilme kuvvetidir. Anne eğer bu kuvvetini kaybederse tam anlamıyla annelik
yapamaz. Evladını, her sıkıntısında, bir yük, bir bela olarak görüp; hayatı
kendine de, ona da çekilmez kılar. Evladında maddi ve manevi birçok hasar
bırakır. 

Anne, şefkat duygusu sayesinde, aç olan yavrusunun karnını doyurmadan kendisini
doyurmaz. Yavrusu diş çıkarttığı dönemlerde adeta o da onunla birlikte aynı
acıyı çeker. Ateşini düşürmeye, onu rahatlatmaya çalışır. Her gün parmaklarını
yavrusunun dişlerinde gezdirir, diş eti patlamış mı diye. Onun dişini
çıkartması annesinin bayramı olup çıkar. Çünkü artık yavrusunun diş sancıları
bitmiştir. Yavrusu her hastalandığında annenin defalarca uykusu kaçar, sabaha
kadar onu kontrol eder. Evladı büyüse dahi geceleri üzerinin açılıp açılmadığın
kontrol eden bir memur gibidir anne. Annelik duygusu olan şefkat duygusu, onun
içindir ki kutsal sayılmıştır. Çünkü bir insan neslini yetiştirmekte en gerekli
olan o azık kurursa, evladın ruhu şefkatsizlikten kurur. İnsanlık damarları
beslenemez. Çünkü şefkat, insanın insanlık damarlarını besleyen bir
kuvvettir. 

Şefkat aynı zamanda anneden; çocuğun ruhuna uzanan Allah’ın bir rahmet elidir.
Bu el ruhuna destek verir; hayatın zorluklarına, sıkıntılarına karşı güç ve
kuvvet verir. Yere her düştüğünde elinden tutar, her başarısızlıkta avunma, her
derde sabır olur. Annesinden kendisine sağlıklı bir şekilde bu rahmet eli
uzanan evlat, hayattaki zorluklara karşı dirençlidir. Ama bu rahmet elini
ruhunda hissetmeyen kimse, ömür boyu eksiktir. Bir türlü tamam olmaz. Hayatta
yaşayacağı dert ve sıkıntılarda çabuk bunalır, depresyona girer. 

Psikiyatrisiler, ruhsal sıkıntıları olan kimseyi dinlediğinde onun çocukluğunu
sorar. Kişi çocukluğunu anlatırken karşısında bazen aile kavgaları arasında
unutulmuş, yıpranmış, hırpalanmış, etrafından hakaret, şikâyet yemiş, tatlı bir
söz işitmemiş bir kimse görürler. Bazen fakirlik ve çeşitli acılar görmüş,
küçük yaşlarda çalışmak zorunda kalmış; bazen de farklı sıkıntılar yaşamış bir
insan görürler. Yani hayata eksi birle başlamış bir insan… Genellikle kişinin
psikolojisindeki arızaları çocukluğundaki sıkıntılara bağlarlar. 

Bana göre en önemli şeyi atlıyorlar. Anneyi… Anneliği… Yani şefkat elini… Çocuk
bu eli tutmuş mu tutamamış mı? Bu el kendisine uzanmış mı uzanmamış mı? Eğer
ruhu hastalanan kişi annenin şefkat elleriyle doya doya okşansaydı… Annesiyle
bağı iyi olsaydı küçüklük dönemdeki tüm sıkıntılar onu bu derece
etkilemeyecekti. Çevreden, hatta anne dışındaki insanlardan yana yaşadığı
sorunlar onu daha fazla olgunlaştıracak ve hayata hazırlayacaktı. Yeter ki
başkaları hırpalarken, dışlarken, haksızlık 
yaparken, anlamazken, dinlemezken, hiçe sayarken anne bütün bunları yapmasın.
Onun şefkat kucağı devamlı kendisine açık olsun, ruhunu sarıp sarmalasın…
Dertleri onda dinsin… O kucak, onu hatalarına rağmen sevsin… İncitmesin,
kötülemesin, her hatasında vurmasın, rencide etmesin… Yani anne ona karşı
şefkatini yitirmesin… Bir çocuğa dünyaları verseler bir anne şefkatinin zerresi
bile etmez. 

Batı, Rönesans’la birlikte kadının anneliğine savaş açtı. Ona fıtratında
olmayan sahte roller belirledi. Kadına maddi değerleri, aile ve çocuk
bağlarından daha değerli gösterdi. Kadındaki şefkati çaldığında, tükettiğinde;
onu her türlü yönlendirebileceğini biliyordu. Yeter ki onu evladından soğutsun,
hatta kopartsın gerisi kolaydı. Çünkü evlat sevgisi onu her şeyinden feragat
etmeye, keyfinden, rahatından geçmeye zorluyor ve evine bağlıyordu. Bu duyguyu
söndürmeden ona yeni idealler belirleyemezdi. 

Batılılar, kendi kadınlarında şefkati, anneliği kurutmadan önce iffeti, hayâyı
kuruttular. Özgürlük, eşitlik iddiasıyla kadını erkeklerin faaliyet sahasına
çektiler. Açık saçıklığı, erkeklerin arasında cinselliğini sergilemeyi, devamlı
tahrik unsuru olmayı özgürlük olarak lanse ettiler. Kadın her yerde, her alanda
cinsel içgüdüleri kabartan bir alet olmalıydı. Onların özgürlük, eşitlik
iddialarının tefsiri bu idi. İffet, eşler arası hürmet, muhabbet ve annelik
gibi duyguların eski, cahili, gerilemeye neden olan duygular olduğunu ve bütün
bunları terk etmedikçe ilerlemenin olmayacağını söylediler. Kadınlarına
yıllarca bunun propagandasını yaptılar. Tüm ahlaki değerlerin gereksiz birer
hüküm olduğunu, kökünden sökülüp atılması gerektiğini iddia ettiler. İffet,
hayâ gidince, çorap söküğü gibi şefkat savunmasız, korumasız kaldı ve kökünden
kurudu. 

Batı her ne kadar kadın haklarından bahsetse de, kadın hiçbir zaman onlar için
cinsel bir metadan daha değerli olmamıştır. Batılılar kadını tarih boyunca bir
derece bile yüceltmediler, sadece sömürülerine çeşitli kılıflar giydirdiler.
Kadın kılıfı görünce, cazibesine kapıldı. Ama bir batağa çekildiğini, kendi
şahsiyetini kaybettiğini, tabiatından uzaklaştığını fark edemedi. 

Önce kadınlığını kaybetti… Kendisine kocalık yapacak bir erkeğe ihtiyacı yoktu…
Hiçbir erkeğe bağlanmadan kısa dönemli birliktelikler yaşamalıydı… Özgürdü(!)
ama yalnız ve savunmasız… 

Sonra anneliğini kaybetti… Fıtratının en değerli hazinesini… Allah’ın onun
üzerindeki rahmet elini… Artık hedeflenen özelliklere ulaşmıştı… Ama mutsuz ve
umutsuz olarak… 

İşte Batıda fıtratıyla savaştırılan kadın da acı çekiyor; evlatlar da
şefkatsizlikten acı çekiyor. Kadındaki şefkati kuruttukları için evlat katili
annelerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Hatta daha bebekken evladından kurtulmak
isteyen anneler için hastanelerde özel bölmeler yapılmış. Anneler öldürmeyip
oraya bıraksın diye… Kendisini cinselliğe, makama, paraya, erkeklerin göz
zevklerine adayan kadın nasıl evlat kahrı çekecek ki? Nasıl uykusuz kalacak,
sıkıntılara tahammül edecek, evladını eğitecektir ki? 

Yapılan araştırmalara göre Batıdaki insanların hemen hemen yarısı gayri meşru
çocuklardan oluşuyor. Yetimhaneler terk edilmiş çocuklarla dolu. Yani şefkat
nedir bilmeyen, bir anneye sarılmamış, öpülmemiş… Başı okşanmamış… Çoğu kez
istismar edilmeye çalışılmış… Ruhsal açlık çeken, hep bir yanları eksik
çocuklarla… İşte bu çocukları, Batının kadına verdiği özgürlük(!) dünyaya
getirdi. 

Batılılar, savaşa gönderdikleri askerleri acıma duyguları az olduğu için
yetimhanelerden seçiyor. Savaştan sağ kalanların çoğu ise bir süre sonra
intihar ediyor. 

Batı, yıllardır kendi çirkefliklerini İslam toplumlarına pazarlıyor.
Ülkemizdeki Batı hayranları, onların hayatını modern, mutlu, medeni göstermeye;
böylelikle Müslüman kadınları onlara özendirmeye çalışıyor. Yıllardır birçok
basın, yayın kuruluşunun eliyle kadındaki sadakat ve annelik duyguları
kurutulmaya çalışılıyor. Artık bizler de, evli kocasından başka adama kaçan;
çocuğunu boğan, işkence eden, öldüren anne haberleri duyuyoruz. Bu gidişat hiç
hayra alamet değildir. Kadınlarımızı kısa zamanda Batı hastalığından
kurtarmalı, kendi yaradılış gerçeklerine döndürmeye çalışmalıyız. 

Şunu unutmamak gerekir ki kadının tabiatı; tüm hücrelerine kadar ona asıl
görevini haykırır. Kadın, daha anne karnındayken, vücut yapısı ileride bir anne
olacak şekilde gelişir. Onun karnının içinde de ileride dokuz ay bir insanı
taşıyabilecek bir sistem kurulur. Anne karnından ergenlik bitene kadar tüm
gelişimi, ileride bir anne olacak şekilde tamamlanır. Ruhsal yapısı da bu
şekilde gelişim gösterir. Anne doğum yaptığında tüm vücudu doğan bebeğe
seferber olur, süt üretir. İşte kadının fıtratı her haliyle ona “Senin şu
yeryüzünde en kutsal vazifen anne olmaktır. Sen anne olmakla şereflendirildin.
Haysiyet ve onur kazandın. Annelik senin cennet makamındır” der. Kadına
fıtratına uymayan vazife biçenlere karşı kendi bedeni ve ruhu, ona gerçek
vazifesini gösterir. 

Kadınlardan anneliği sömürmeye çalışanlara karşı bizler onun kutsiyetini iyi
kavramalı ve tüm kadınlarımıza kavratmalıyız. Birçok kadında yıpranan anneliği,
bilinç vererek onarmalıyız. Aksi taktirde -Allah muhafaza- ruh sağlığı
bozulmuş, her türlü zararlı bağımlılığa hazır, ahlaki zafiyet yaşayan bir
nesille boğuşur dururuz.   



Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.