Psikolog mu?

 

20 Mayıs 2018 12:36
Psikolog mu?





  İnsanın ruhu kendisini doyuracak, kendisi ile bir bağ kuracak yaratıcıya
ihtiyaç duyuyor. Onsuz yapamıyor. Servet üstüne servet elde etse de içindeki bu
boşluk onun hayatını anlamsız kılmaya yetiyor. Sosyal bilimler ise insanın bu
yönünü hesaba katmıyorlar.

Yaşanan şiddetli kaygılardan, endişelerden, mutlu olamamaktan, insanlardan
gelen eza ve cefayı kaldıramamaktan, devamlı can sıkıntısı yaşamaktan dolayı
psikoloğa gitmek mi istiyorsunuz? Veya aklınızdan mı geçiyor bu? 

Dünya yaratıldığından bu yana, insan denen bu varlığı Allah (cc) kadar hiç
kimse tanımamış, tanımlayamamıştır. Neye ihtiyacı olduğunu, nasıl ayakta kalabileceğini,
nasıl mutlu olacağını hiç kimse tespit edememiştir. 

İnsanların sorunlarını çözmede en ünlü psikologlar bile Kur’an reçetesinden
faydalanmadıkça insanlara doğru koordinatlar belirleyemiyorlar. 

İnsanı anlama ve çözüm önerileri sunma konusunda psikoloji ve sosyoloji okumak
yeterli değildir. Uzmanlık alanında kendisini geliştirmiş, bu yönde kariyer
yapmış insanlar dahi ‘insan’ denen varlık konusunda halen acemilik çekiyorlar.
Üstelik bugün psikiyatrinin bir bölümü insan mühendisliğine dönüşmüş durumda.
Üretilen ilaçları hastalar üzerinde deneyip, elde ettikleri bulgulara göre ilaç
üzerinden deneyim elde ediyorlar. 

Psikologlar kendilerine gelen insanı önce köşeleri ve standartları belli olan
bir dinleme şekli ile dinleyip rahatlatmaya çalışıyorlar. Daha sonra açık uçlu
sorular sorup ezberledikleri bir takım teoriler üzerinden tanı koymaya
çalışıyorlar. En çok koydukları tanı ise “iki uçlu duygu bozukluğu, polar
bozukluk” tanısı. 

Ateizmden beslenen bir bilim dalı, insanı başka nasıl tanımlayabilir ki? İnsanı
organizma olarak tanımlayan bilim dalları, insan ruhunu ve karakter yapılarının
çeşitliliğini hesaba katmıyorlar. İnsanın aynı zamanda metafizik bir varlık
olduğunu kabul etmiyorlar. İnsanın ruhunu hesaba katmayan ve Allah’ı dışlayan
bir bilim dalı insanlığa nasıl ilaç sunabilir? 

Hâlbuki her insan bir âlemdir. Her insanın hayatı algılama biçimi, olayları
değerlendirme biçimi ve verdiği tepkiler farklı farklıdır. Bu farklılıklar
bazen çocukluk dönemi travmalarla, yaşanan aile sorunlarıyla, kötü muameleye
uğramayla, kişinin yanlış bir eğitim almasıyla onu batağa saplarken, ruhunu
bunaltırken; bazen de düzelmeye, iyi işler yapmaya bir başlangıç noktası, bir
sevk unsuru oluşturabilir. 

Aile ve çocuk eğitimi konusunda uzmanlaşan birçok yazarın hayat hikâyesine
baktığımızda çocukluk döneminde yaşadıkları olumsuzlukların mutsuz aile
tablolarının onları bu konuyu araştırmaya teşvik ettiğini ve hatta
uzmanlaştırdığını görürüz. Bazen kötü muameleye uğrayan insan o muameleleri bir
başlangıç noktasına, bir sevk unsuruna dönüştürür ve enerji alır. 

Önemli olan o enerjinin farkına varmak, keşfetmek ve doğru yönde
kullanmaktır. 

İşte birçok psikolog, insanları dinlerken ta çocukluk dönemine kadar inmesine
rağmen kişideki işlenmemiş, üstü örtülmüş, bir kıvılcım bekleyen enerjiyi
ortaya çıkartmak ve kişiye yol göstermek yerine geçici çözümler ve ilaçlarla
insanları bağımlı ve çaresiz bırakıyorlar. 

Bilim adamlarına göre içinde bulunduğumuz yüzyıl, en bunalımlı yüzyılmış. Bu
bunalım insanların ruhlarının aç bırakılmasından, Allah ile aralarının açılmaya
çalışılmasından kaynaklanıyor. İnsanlar bu çağda zenginiyle, fakiriyle, kariyer
sahibiyle, garibanıyla mutsuz ve kimse kendi halinden memnun değil. İnsanlar
yaşadıkları boşluğu tarif edemiyorlar. İşte bu metafizik açlıktan
kaynaklanıyor. İnsanın ruhu kendisini doyuracak, kendisi ile bir bağ kuracak
yaratıcıya ihtiyaç duyuyor. Onsuz yapamıyor. Servet üstüne servet elde etse de
içindeki bu boşluk onun hayatını anlamsız kılmaya yetiyor. Sosyal bilimler ise
insanın bu yönünü hesaba katmıyorlar. 

İnsanın kendisindeki potansiyel (uyuyan, hareketsiz, sakin) enerjiyi, kinetik
(hareket halinde) enerjiye dönüştürecek bir güçle bağlantıya geçmeye ihtiyacı
var. İnsandaki potansiyel enerji öylece yerinde kaldığında ruh bunalıma
giriyor, hiçbir şey insanı mutlu kılmaya yetmiyor? 

Peki, insandaki enerjiyi Rabbimiz gönderdiği İslam dini ile nasıl harekete
geçiriyor? İnsanı psikolojik sorunların pençesine düşmekten nasıl muhafaza
ediyor? 

      - İslam’ın kendisi bir koruyucu hekimlik
vazifesi yapar. Kişi daha hastalanmadan onda hastalığa karşı direnç geliştirir,
mikrobu tanıtır, mikrobun ayak izlerinin sesini duyacak bir basiret geliştirir.
Eğer mikrop bulaşmışsa da nasıl savaşacağını öğretir. 

     - İslam; insanda hedef, istikamet, güzergâh belirler.
Hedef Allah’ın rızası, rota ise cennete ulaşmaktır. Bu hedefler doğrultusunda
enerjisini(yetenek, zekâ, irade) sarf eden insanın kalbi mutmain olur. Akıl ve
ruh bundan hissesini alır. 

     - İslam, insanda bir ahlâk duygusu geliştirir. Ahlâk
bilinci insanı frenler, temiz bir bakış acısı geliştirir. Suizan, kibir, gurur,
riya, haset gibi kötü duygular aşılamaya çalışan şeytanın ayak seslerini
duymamızı, gelişini tespit etmemizi sağlar. Gıybet, yalan, nemime, kötü söz,
iftira gibi kötü amellere karşı direnç kazanmayı öğretir. Her yanlışa
meylettiğimizde vicdan alarmımız sinyal verip bizi pişmanlık ve tövbeye teşvik
eder. 

      - İslam, insanda haşyet (korku) duygusu
geliştirir. Allah’a karşı haşyet, kişiyi hayırlı işlere teşvik eden,
yanlışlardan men eden en soylu endişe ve iç ürpertisidir. Haşyet Allah’ın
sevgisini yitirme kaygısıdır. Hem insanın frenidir hem de dünyalık dert ve
tasaların ilacıdır. 

      - Yine İslam insanda sorumluluk bilinci
geliştirir. Allah’a karşı sorumluluk duymak, sorumluluk bilincinin en zirve
noktasıdır. Allah’a karşı sorumluluklarını bilen, tüm kâinat ve içindekilere
karşı sorumluluklarının farkına varır. 

Evlatlarından sorumlu olduğunun farkına varan ve onlar konusunda hesaba
çekileceğini bilen bir anne evlatlarının eğitimi konusunu ciddiye alır ve onu
TV’nin ve çevrenin şekillendirmesine izin vermez. Evladı üzerinde şefkatli bir
otorite kurar. Evladı için Rabbinden isteklerde bulunur. Evladı onun için
kendisine makam bahşeden bir emanet oluverir ve onu çile, eziyet olarak
görmez. 

      - İslam, insanda ciddiyet duygularını
geliştirir. İnsana “Ben şu kâinatın içinde en şerefli varlığım. Kâinat benim
için yaratıldı. Her şey bana hizmet ediyor. Fakat ben bile kendime ait değilim.
Rastgele yaşayamam. Kâinatın içindekiler bana emanet. Onlara rastgele muamele
edemem. Bir ağacın yaprağını bile keyfi olarak gereksiz yere kopartamam. Bana
emanet edilen aklın, zekânın, yeteneklerin, ömrün, zamanın da sahibi Allah’tır.
Ben tüm bunları yalnızca O’nun uğruna seferber edebilirim. Çünkü benim değil,
bana emanet!” bilincini yerleştirir. 

Böylece İslam, insanın rastgele yaşamasına engel olur. İsraftan, (emanetleri)
hor kullanmaktan alıkoyar. İnsanda zaman bilinci ve programlı yaşama biçimi
geliştirir. İnsanın hayatında bir boşluk bırakmaz. 

Eğer biz bu saydığımız bilinçleri henüz İslam’da kazanmamışsak, taşlar yerine
oturmamış demektir. İmanın hakikatini gereği gibi anlayamamışız demektir. Bu
durum bizi ruhi boşluğa, o da bunalıma sürükler (Allah muhafaza). 

O yüzden yaratanla bağımızı kuvvetlendirmeli, ruhumuzu mutmain edecek bu
maddeler üzerinde biraz düşünüp eksik kaldığımız yönlerden kendimizi tamir
etmeye çalışmalıyız. Daha sonra da elimizi İslam’dan uzak yaşayan, bunalımlı
kadınlara, kızlara, annelere uzatmalı ve onları İslam’ın huzurlu yaşantısına
teşvik etmeliyiz. 

Biz yardım ettikçe yardım bulacağız inşallah. 

Unutmayalım ki dönüşümüz O’nadır. Gidip varacağımız yer, O’nun yanıdır.   



Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.